Duruyorum. Nasıl yani? Cüneyt ölmezdi ki... diye afallıyorum. Sonra, ölmedi
ki zaten diye bir yanılsama içinde buluyorum kendimi. Cüneyt gülerek beliriyor omuz
başımda. Bir ara gerçek bu sanıyorum. Böyle bir ölmezdi, bir ölmedi, bir öldü
diye gerçekten düşe, düşten gerçeğe savruluyorum.
Biraz borçlu hissediyorum kendimi - hep almışım, hiç verememişim gibi.
Tartışmalarımızı bitirememişiz gibi. Kendini noktaları birleştirilecek bir
bulmaca kadar dağılmış hisseden dostumu yeterince teselli edememişim gibi.
Çektiklerini daha çok anlamalıymışım, anlamamışım gibi. Ondan yeteri kadar öğrenememişim
gibi. Kocaman vücudunda kolunun altına yeterince sığınamamışım gibi. "Emek vererek demokrasi" kitabımın Facebook sayfasını beğenince ne kadar mutlu olduğumu söyleyemedim, teşekkür de edemedim diye.
Bir oyun
oynuyorduk vaktiyle. Oyunu o kazanmıştı. O zaman kendisine ödül olarak Berlin kentinin altın anahtarını sunmuştum. “Anahtarın Potsdam'daki Kaygısız Sarayı’nın
kapısını açtığını da öğrenmiş bulunuyorum ki, bu, senin üzüm ve incirleri
toplaya toplaya saraya çıktıktan sonra nefis bir smoothie eşliğinde soluklanabileceğinin
de müjdecisi, Cüneyt'cigim” diye yazmıştım ona. Bir eğlenceli insandı ki!
Şimdi sana kaygısız sonsuzluklar düşüyor, sevgili Cüneyt. Bize ise sensiz ama senin gibi verecen ve senin kadar haksizliklara karşı ve adalet icin yaşamaya çalışmak!
Ingen kommentarer:
Legg inn en kommentar